Şahinkaya’nın öz evlatlarından üç isim. Ömürlerini tamamlayarak hakka teslim olmuşlar. Üçü de aynı köyü aynı mezireleri ve aynı yaylayı kullanmışlar. Aynı havayı teneffüs etmişler… üçü de lahana, turşu, yoğurt ve kaymak yiyerek büyümüşler. Üçü de sevmiş ve sevilmiş… Üçünün de çocukları olmuş. Okul çağı gelince farklı kulvarlarda koşmuşlar. Eğitimlerini farklı şehirlerde yapmışlar ama hizmetlerini aynı topraklarda vermişler… Ölümleri de öyle… Orada yatıyorlar şimdi. Şahinkayalarına bakarak özlem gideriyorlar. Kimbilir belki özlemini çektikleri ama yapma fırsatını bulamadıkları şeyleri orada yapmaya çalışıyorlar; sessiz ve sakince. Kimseye hesap vermeden, bizleri izleyerek.
O mesleğine aşıktı. Önce Çaykara’da pratisyen hekim olarak sonrada Of’ta Dahiliye uzmanı olarak 30 küsür sene hizmet etmiştir. Her Şahinkaya’lıyı, hemen hemen her Çaykaralı ve Of’luyu da tanırdı. Onlarla içli dışlı olmuştu. Sadece merkezde hasta bakmazdı. Zaman zaman çok uzak köylerede çıkardı, yürüyemeyen yatalak hastaları evlerinde muayene ederdi. Yağmur, çamur, kar, tipi demeden bazen yürüyerek bazen arabayla hizmete koşardı. Ağır bir tempoda çalışırken böbrek yetmezliği ve diyabet hastalığına yakalanmıştı. Hatta hastasından Hepatit-B virüsü bile kapmıştı. Hastalığını pek önemsemezdi. Bu nedenle 54 yaşında aramızdan ayrıldı.
Hekimlik mesleğinin gereğini yerine getirirdi; hipokrat yeminine sadıktı. Öyle ki kendisini döverek felç olmasına sebep olan kişileri bile evinde gidip muayene etmişti. Konu ile ilgili kendisine soru soranlara şu cevabı vermişti: “Ben karakuşu değil bana muhtaç acil bir hastayı muayeneye gittim.” işte insanlık bunu gerektirirdi… ve onu yapmıştı.
Şakacıydı, nüktedandı. Hangi insanın, hangi sülalenin; hangi hastalığı olduğunu ezbere bilirdi. Öyle hastalar vardı ki muayenehanesinden içeri girince muayene etmeden reçetesini yazıp peşinen kendisine verirdi.
— Ama doktor bey beni muayene etmedun ki.
— “Sus, konuşma salak salak, ben senin değil, yedi ceddununun hastalığını bilirum, al ha bu ilaçları git kullan, muayene parasını da kasaya öde.” derdi. Onun bu şakacılığına ve nüktedanlığına hemen hemen bütün hastaları alışmıştı.
Vermiş olduğu ilaçların etkisi birebirdi. O yörenin insanlarını ezbere bilmesinin yanı sıra Karadeniz bölgesinde en çok görülen hastalıkları deneyimleri ile en iyi şekilde nasıl tedavi edebileceğini bilen tek hekimdi. Hangi mevsimde hangi hastalığın görüleceğini ve hangi ilaçla tedavi edileceğini çok iyi bilirdi.
Rahmetle anıyoruz bu değerli büyüğümüzü ve sağlık çalışanını. Hepiniz hatırladınız Dr. Hüseyin Avni Uygun’u. Ruhu şad olsun.
İkinci kahramanımız da Çaykara halkına 30 sene civarında hizmet sunmuş 57 yaşında aramızdan ayrılmış yine bir sağlık çalışanı… O farklıydı, herkese yararı vardı, özveriliydi. Kızmaz, bağırmaz, kimseyi azarlamazdı. Hep fedakârlığı o yapardı. Beraber çalıştığı amirleri onun bu huyunu ve çalışkanlığını çok iyi bilirdi. O nedenle hem halk tarafından hem de idareciler tarafından çok sevilirdi. Beyefendiydi, ağırbaşlı idi, karıncayı incitmezdi. İyi bir hekim olmasının yanında iyi bir halk oyunları oyuncusuydu. Karadeniz oyununu çok sever ve çok iyi oynardı. Bu işin kursunu almıştı. Sigarıyı peynir ekmek gibi yerdi. Onun sigara içişini gören 2. gün sigara tiryakisi olurdu. Birgün sigaranın kendisini zor durumda bırakacağını bilerek sigarıyı içerdi, pişman olmamak üzere dumanını ciğerlerinin ta derinine çeker ve kulaklarından dumanını çıkarırdı. Sigaranın yanında viskiyide çok severdi. Hümanist ve insalcıldı.
Türkiye’de yılın doktoru seçilmişti. Sicil notları hep 100’dü. Bir sürü Kaymakam değişti ama onun 100 olan sicil notu hiç değişmemişti.
Onu çok erken kaybettik. Sigara yüzünden Akciğer kanseri olmuştu ve beynine yayılmıştı. İstanbul’da tedavisine devam edilirken dernekte bir araya gelmiştik. Vakurdu, bir sürü insan tarafından sevilmiş olmanın gururunu taşıyordu. Hemşehrilerinin ahde vefa anlayışı karşısında duygulanmıştı ve çok sevinmişti. Çaykara’da cenazesi sevenleri tarafından kalabalık bir toplulukla uğurlanmıştı.
Ruhun şad olsun Dr. İlhan Durgun abimiz.
Üçüncü kahramanımıza ise herkes deli derdi. Evet, o köyünün, halkının delisiydi. O yaşarken köyde, merada, ormanda ağaç kesmek mümkün değildi. Mutlaka şikâyet ederdi. Doğal korucuydu, para almazdı ama bir orman memurundan bir orman bekçisinden çok daha özverili çalışırdı. Onun için bu anlamda akraba komşu ve hatırlı kişi yoktu. Kim olursa olsun ağaç keseni gözünü kırpmadan şikâyet ederdi. Kendi oğlu şu anda İstanbul’da müteahhit olan Hüseyin Kurt’u bile şikâyet etmiştir. Hüseyin Bey gençliğinde Bayburt’un Ardusta (İncili) köyünde ev yapmak için köyde ağaç kesmiş ve kamyona yüklemişti, kamyoncu çok rahat bi şekilde hareket ediyordu. Şikâyet edilmeden ağaçları Çaykara’dan Bayburt’a götürebileceğini düşünüyordu. Çünkü o derede başka şikâyet edecek kimse yoktu. Adam oğlunu da şikayet etmez diye düşündü. Oysaki yanılmıştı. Aşağa Ogene (Köknar) köyüne geldikleri zaman orman memurları kamyonu durdururken yanlarında Hüseyin’in babası Eşref Kurt vardı. Hemen oğlu Hüseyin’i azarlar:
“A… k…un oğli sandun seni şikayet etmeyeceğum… Habu ağaçlara yazuk değil mi?” der ve Hüseyin Kurt’un işi orada biter, böylece Bayburt’ta istediği evi yapamaz. Bu kahırla İstanbul’a göç eder. O yıldan beri İstanbul’da yaşamasına bu olay sebep olur. Bu olay onu iş sahibi yapmıştır. Hüseyin Kurtoğlu halen İstanbul’un Tarabya semtinde kaliteli bir müteahhit olarak yaşamını sürdürmektedir.
Şimdi köye gittiğinizde, köy merasına ve ormanlarımıza bakmanızı rica ediyorum. Kesen kesene. Ağaç katliamı yaşanıyor. Yazık hemde çok yazık. Eşref amcanın değerini yeni anladık, bizi affet! Seni rahmetle yadediyoruz.